25 Ekim 2011 Salı

suriye, 11.2009.

antakya arkeoloji müzesi, en sevdiğim, daphne.

güneydoğu kapıları.

yol boyu portakal ağaçları.

süleymaniye külliyesi, şam.

şam tren garı.


gecesi.

gündüzü.





al-nawfara coffee shop.


sitti zeynep türbesi.

emevi camii.

palmyra.

hama.

halep.


halep kalesi.




halep kapalı çarşı.

ortadoğu'ya kurban bayramlarında gitmek garip bir deneyim. türkiye'de haberlerde gördüğümüz gibi yollarda koşan boğalara denk gelmiyorsunuz; ama şehrin en işlek yerinde akan oluk oluk kan nehirlerine şahit oluyorsunuz. daracık bir kaldırımda yürürken, kaldırımı kurban derileri ile doldurduklarını görüyorsunuz, arada bir etrafta yürüyen koyunlar oluyor. ya da eski ve kalabalık bir pasajın içinde tüm dağınıklık ve kirliliğe rağmen bir hayvanı gözününüzün önünde, bu işi yapacak en normal yer orasıymış gibi kurban etmeleriyle burun buruna geliyorsunuz.

biz işte böyle bir tatilde suriye'ye ailecek gitmeye karar verdik. hatta üç aile. genişcene bir araba bulundu. arabaya her türlü erzak yerleştirildi ve benim beklediğimden daha ilginç bir aile gezisi başladı. ilk durak iskenderun ve antakya oldu. hikayenin bu kısmı tamamen yemek üzerine olduğu için ne diyebileceğimi tam olarak bilemiyorum. bir gece konaklamamıza rağmen, suriye'ye doğru yola çıktığımızda herkes fazla yemekten mide spazmı geçiriyordu. bu tabi bizim dönüş yolunda gece 2'de antakya sokaklarında açık restoran aramamıza kesinlikle engel olmadı. suriye'ye lazkiye sınırından girdik girmesine; ama yolda yol kenarındaki bahçelerden dünyanın en lezzetli portakallarını çaldık (bu portakallar bizi üç gün götürdü), annemler neredeyse sınırdaki bütün askerlerle fotoğraf çektirdiler, biz giriş işlemlerini hallederken.
hem o sırada sınırdan benzini bitmiş bir arabayı iterek geçirdiklerini bile gördüm suriye tarafına. bir haftalık beşer esad resimleri ile dolu gezimiz de bu şekilde başladı. lazkiye ve tartus'a yol üzerinde uğradık. ikisi de çok güzel deniz kenarı şehirleri. türkiye'ye çok yakın oldukları için yabancılık çekmiyorsunuz, zaten elinizi sallasanız bir türk'e denk geliyorsunuz.

tartus sonrası, şam büyük, şam görkemli, şam mistik. otelimizi bulana kadar 2,5 saat dolan
ıyoruz. (olmayan arapça bilgimiz ve herkesin farklı yol tarifinin bir karışımı olsa gerek) daha sonra gece şehirde atılan tur, ertesi günün ipuçlarını veriyor. ben ailemden ayrılıyorum; osmanlı'nın izini sürmek için mimar sinan eserlerinin peşine düşüyorum. süleymaniye külliyesi. vahdettinin mezarı. en başta beni içeri almak istemiyorlar, yol kenarında bekleyen bir türk şoför türk olduğumu fark edince içeriye aldırıyor beni. yoksa türkler dışındakilerin vahdettin'in mezarına girmesi yasak. mezar kenarında küçük portakallar duruyor. kim bırakmış merak ediyorum. sonrasında muhteşem mozaikleri ve ışık oyunları ile şam tren garı. bütün yolların çıktığı hamidiye çarşısı. her souk ayrı bir ürüne ayrılmış. baharatlar, kumaşlar, ithal ürünler... ben arada kendimi kaybediyorum. ilk girdiğim souk koridorunun çatısında kurşun delikleri, hava saldırılarından kalmış. güneş hüzmeleri buradan üzerimize dokunuyor. sahlepli dondurma yiyorum bakdash'ta. ikinci külahı isterken işte o dakika en mutlusu benim. azim palas esat paşa sarayı, emevi camii, selahattin eyübi türbesi ve her türlü kutsal yerde üzerime giymek zorunda olduğum kalın, gri, kötü kokan kıyafetler. en sonunda küçücük bir kapıdan açılan avluya girip en güzel yemekleri yiyorum. avlunun ortasında sakin bir havuz. kırmızı bordo örtüler. son masal anlatıcının olduğu kahve dükkanını ararken bir kenardaki küçük sandalyeye ilişiyorum. yanıma oturan türkler, şam'ın geri kalanı için hayat kurtarıcı oluyorlar. beraber amcayı ve hikayelerini anlamadan dinledikten ve vücut dilinden bir şeyler çıkarmaya çalıştıktan sonra sitti zeynep türbesine gidiyoruz. ben türk tur otobüsüne yamanıyorum. gecenin karanlığında parlayan altın kubbesi var. halıları bile öpüp ağlayan insanlar varken, içeriye ayakkabılarımla girdim diye bir kadın beni azarlıyor. üstümde yine kötü gri kıyafet. ertesi sabah yola çıkmadan dünyanın en büyük restoranına gidiyoruz, bilmemkaç kişilik restoranda bizden başka kimse yok; ama sorulduğunda guiness rekorlar kitabına girmiş mi, girmiş.

şam sonrasında palmyra, çölün ortasında bir vaha gibi. halep'e uzanan yolda humus ve hama var. hani şu son aylarda en çok ölümün yaşandığı yerler. humus daha küçük, hama'da tahta su çarkları var. halep'de otelimizi bulmamız daha kolay oluyor. halep daha biz gibi. lunapark ışıklar
ı aklımdaki rengi. ertesi gün tarihi yerlerini geziyoruz, halep kalesi ve hemen yanı başındaki kapalı çarşı.. uzunluğu 10 km'yi bulan sokaklarında kayboluyoruz. eski bir sabun fabrikasını gezmek isterken, kocaman kapalı kapıyla karşılaşıyoruz. onun yerine karşı sokaktaki bimaristan arghan'ı ziyaret ediyoruz. memluklar döneminde akıl hastalarının su sesi ile tedavi edildiği çok ilginç bir hastane. çeşitli kapıları açtığınızda içlerinden cansız mankenler fırlıyor, hatta biz bir tanesinde gafil avlanıyoruz, koparıyoruz çığlığı. sesimiz bütün hastanede yankılanıyor. cıkcıklar.

bütün kaybolmalar, yanlış yola sapmalar eve dönüş yolunda da bizi yalnız bırakmıyor. antakya sınırından türkiye'ye girecekken, gaziantep sınırında buluyoruz kendimizi. bütün yol tekrar dolanılıyor. ve en başında da dediğim gibi gecenin 2'sinde antakya'da açık restoran arıyoruz biz. en güzeli tatlı olarak arabadan çıkan çalınmış portakallarımız.

:chris garneu - first place:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder