17 Ekim 2011 Pazartesi

amerika, 06.2010.


şikago sokakları ve yağmur.

otelimizin lobisi.




millennium park ve "cloud gate"den insan manzaraları.


navy pier'de dönme dolap tepesinden.



newport, rhode island detayları.

kaldığım otel odası.



şeytan ayrıntıda gizlidir. otelden.

gelin odası.

fotoğraf: ryan brenizer.














ben normalde pek düğün insanı değilimdir. fazla gürültüye, kalabalığa ve belli ritüellere gelemem. elbette olmuştur ortalıkta göbek atmaktan ayaklarımın ağrıdığı düğünler. en ciddi ortamlarda insanlarla el sıkışmak zorunda kaldığımda elimdeki kına izlerini utana sıkıla sakladığım anlar. bütün her şeye rağmen, düğünlere ilişkin en güzel şey insanların yanında olma fikri sanırım, orada bulunduğunuzu hissetirmek. özellikle de bu insanlar belli dönemleri beraber atlattığınız, beraber yaşadığınız insanlar olunca. amerika'ya da bu nedenle gittim. plana göre önce şikago'ya gidip azer ile buluşacaktım, orada geçirdiğim 4-5 günden sonra da londra'dan arkadaşlarım john & caroline'ın düğünün yapılacağı rhode island'a geçecektim. biletler, oteller önceden ayarlandı.

şikago, ilk gün dışında sürekli yağmurluydu. öyle ki elimdeki şemsiyeyle sürekli bir mücadele halindeydim rüzgara karşı. zaten haziran ankara'sına göre bavul hazırladığım için (ki bu benim çok yaptığım bir hatadır, her yeri hep içinde bulunduğum havaya göre değerlendiriyorum sanırım) üşümeye dünden müsaittim. ilk günün şerefine dönme dolaba bile bindik. güneşi selamladık. bol bol yürüdük, bol bol alışveriş yaptık, güzel yemekler yedik. (en güzeli şikago'ya özel pizzası, kocaman porsiyonlarda, bir kişilik pizzanın dört kişiyi bile doyurabilmesi...) kocaman bir otel suitimiz vardı, çok ucuza kapattığımız. otelin lobisine girdiğinizde filmlerden kalma bir ortam sizi karşılarken, sonsuz koridorlarda odanızı kaybetme ihtimaliniz yüksek. odaya gelince de; gömme dolapları, minik eski usül ocağının bulunduğu mutfağı, pastel renkli seramiklerle kaplı banyosu... hem sonra benim çok sevdiğim bisküvi rengi vardı odada, ışıkları yaktığımızda ortaya çıkan. akşamlar boyunca ağrıyan ayaklarımızla izlediğimiz reality show'lar, kasvetli modlar. amerika'ya hoşgeldiniz. şikago'nun en sevdiğim kısmı ise metrosu oldu açıkçası, bir tişört dükkanı (threadless) peşinden şehri karış karış gezerken bolca nasiplendiğimiz. (zaten istenen tişörtleri de bulamadık orası ayrı) yüksek gökdelenlerin arasından geçerken, tıngır tıngır sesler, aşağıda şikago nehri.

newport, rhode island'ın havası daha güzeldi. değiştirilen uçaklar, otobüsler. ben çok hüzünlenmiştim havaalanında. havaalanları mesela beni hep hüzünlendirir, çok sık kavuşma yaşamadığımdan olsa gerek. ya da genelde tek başıma sabahlamalar ve uçak kaçırmalar arasında dolandığımdan. eski bir e-posta bulup okuduktan sonra yenisini yazmıştım, cevapsız kalacağını bile bile. konusu bisküvi kutusu'ydu. haruki murakami'nin bununla ilgili çok sevdiğim bir sözü vardı. o yüzden. rhode island'da eski bir evde kaldım. bir odayı bana verdiler. televizyonum, gıcırdayan yatağım, kuş desenli duvar kağıtlarım, bolca dantel süslememle birlikte. yüzyıllık evin çok sevdiğim detayları ve uyuşuk bir köpeği vardı. son gecemi bir odada kalan on tane partici kızın çığlıklarını dinleyerek geçirsem de kızmadım. hatta bir ara yanlışlıkla benim odama bile daldılar. alkol oranı yüksekliğinden kapıları karıştırdıklarını düşünmekteyim.

düğün günü ise çok güzeldi. en ufak detaya kadar düşünülmüş bir gündü. okyanus kenarında bir otelde, rüzgarı içimize çektik. uçuruma doğru serpilmiş beyaz sandalyelerde yerimizi almadan önce, gelin odasının süsünü, küçük kız yeğen kalabalığını, saç - makyaj - yüzük - çiçek - parfüm (chanel no.5) detaylarını izledik. damat odasında ise küçük alkol şişeleri ve endişe ile heyecan karışımı gerginlik vardı. düğünde yeminlerden önce birkaç kişi belli okumalar yaptı. ben küçük prens'ten bir bölüm okurken duygu yoğunluğundan sesim titriyordu artık. gülün için harcadığın zaman ve sorumluluğun. işte asıl mesele bu değil mi? sonra yemeğin verileceği panoramik salona geçtik. gelinin babası konuşmasını yaparken gülüyordum. masalarda benim çektiğim fotoğraflar vardı küçük küçük kesilmiş. elle hazırlanmış bir menü. dünyanın en güzel zencefilli kurabiyesi. akşam üzeri güneşi. sonra bol bol masa başı muhabbeti, dans, güzel yemekler. küçük keklerden yapılmış pasta ve bütün düğünün havasını değiştiren çin çay seramonisi. düğün sonrasında yağmurda topluca gidilen bir caz bar. takım elbiselerle eşlik edilen şarkılar. karanlıkta çıkmayan fotoğraflar. ertesi gün düğün kahvaltısının ardından küçük bir arabaya sıkışıp adayı dolandık, hem eski bir deniz fenerini gördük, hem de çiseleyen yağmur altında sahilde yürüdük. clams adında bir kasaba restoranına gidip patlayana kadar istiridyeli her türlü şeyi tattık. sonra futbol maçı izleyen diğer gruba katılıp şaraplarımızı içtik. eve dönüş yolu uzundu. çünkü 10 küsür saatlik uçak yolculuğu hiçbir zaman kaldığınız otelin kapısına kadar bırakılmaya benzemiyor. değil mi?

:eddie vedder - without you:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder