13 Ekim 2011 Perşembe

bosna hersek - hırvatistan - karadağ, 08.2010.

miljacka ırmağı, saraybosna.

 

 


stari grad.



kurşun izleri.



zlatna ribica.


 


mostar.


 
split. gün batımı. soğuk deniz.


in lonely planet we trust.


 

 

 


hvar.


 
  



 
zadar, duvarda leonard cohen şarkı sözleri.


solar kurulum.



yollar.





dubrovnik.


budva.




sveti stefan.





kotor.



bazen olur ya. bir tatile çıkarsınız, başınıza binbir türlü olay gelir; ama aradan zaman geçince en çok üzüldüğünüz olayı bile gülerek hatırlarsınız. bana çok olmuştur; sürekli talihsiz penguen gibi gezdiğimden. kazbegi'de attan düştüğümde, fas'ta çölün ortasında gözümü mikrop kapıp şiştiğinde, çin'de dünyanın en huzursuz yolculuğunu yaptığımda... balkanlar'ın da bende böyle bir etkisi oldu, genel olarak buruktu bütün gezi. gerçekten çok isterdim zadar'daki solar kurulum üzerinde dans edebilmeyi, hvar'a giderken feribotta tek başıma oturmamayı, makarska'da tek başıma uyumamayı, birazcık daha anlayış ve benzerini. bütün her şeye rağmen, tatilden iki ay sonra "aslında çok güzeldi be" demeye başladım garip bir şekilde. o da gördüğüm yerlerin güzelliklerini çekilen fotoğraflardan tekrar algıladığım içindi muhtemelen. şimdiyse hatırlayınca gülüyorum sadece.

düşününce, balkanlar'da hareket etmek çok kolay. vizesiz, görece ucuz ve "bizim gibi" yerler. bugüne bugün konuşulan dillerde bile o kadar çok ortak kelime varken, o kadar çok tarihi paylaşım varken, dedik hadi gidelim. bosna hersek - hırvatistan - karadağ şeklinde planı yaptık. benim de şansıma işyerinden ağustos ayında üç haftalık tatil, hediye gibi düştü kucağıma.


bosna-hersek'ten başladık. saraybosna, daha ilk adımınızı attığınızda kendisini sevdiren bir şehir. küçük, cana yakın ve tarih dolu. şehrin merkezinden genişleyen halkaları var. bu halkalarda savaşın izlerini hala sonsuz kurşun izleri ile yaşayan binalarında görebiliyorsunuz. düşünsenize, nasıl bir histir delik deşik duvarlara sahip bir evde oturmak? bu binaların yaraları kapansa bile insanlardakiler kapanır mı? her şey bir yana, saraybosna'da en güzel kızlar var sokaklarda, bir de eh yakışıklı erkekler. (bunlar genelde akşamları belli bölgelerde yoğunlaşıyorlar) sonra "deli kızın çeyizi" diye tabir edebileceğim dünyanın en güzel cafe / bar'larından bir tanesi var: zlatna ribica. hani çocukken ziyaret ettiğiniz hazine dolu misafir evleri vardır ya, aynen öyle. her köşesinden ayrı bir sürpriz çıkan. sonra cevapcici'leri var, en iflah olmaz köfteseverleri bile nizama getiren. küçük kedileri, bol güvercinleri var. babalarına sarılan çocukları var. sabahın en kör saatlerinde kırık cam şişelerini ısırmaya çalışan yavru köpekleri var. saraybosna sonrası mostar biraz daha farklı, biraz daha anadolu havası. biz de gittik, meşhur köprümüzü gördük. üzerinden atlayacağız diye bütün insanları etrafına toplayan iki adamı uzun uzun izledik. beklediğimiz sürede ne onlar köprüden atladı, ne de bizim açlığımız geçti. şehrin arkalarında yürüdük. mostar'da çok uzun saatler otobüs bekledik. bazı yerlerde zaman hiç geçmiyor sanırım.

hırvatistan'a split'e vardığımızda saat çokçok geçti. hava soğuktu ve denizden gelen çok yoğun bir koku vardı. gece boyunca etrafta dolandık bavullarla. şehir ise öyle ki, şu ana kadar gördüğüm çoğu yerden farklıydı. beyaz taşlar, buram buram kokan roma havası. split'ten başlayan rota - hvar, zadar, sibernik, split, makarska ve trogir oldu sonraki günlerde. hvar: en güzel patates yemeği ve bolca parti insanı. zadar: nikola basic harikası deniz orgu ve solar kurulum - the greeting to the sun. (hem söz veriyorum, bir gün bu şehire çok daha iyi hissederken gidip deniz org'unu dinlerken hüzünlenmek yerine kahkahalar atacağım, solar saatinin üzerinde de deli dansı yapacağım, eğer yerse de tramblen'in en yüksek kısmından atlayacağım. nokta.) geri kalan çoğu şehir, kiralanan araba ile koşa koşa denize girdiğimiz koylardı. dalmaçya kıyıları. en güzeli değil mi? bunu bir kere de marmaris'te yapmıştık. hop denize, hop arabaya, hop koya, hop denize... makarska'da kaldık bir gece, bahçesinde kocaman şişme bir havuzu olan evde. hırvatistan'ın son durağı da tabi ki dubrovnik oldu. ben dubrovnik'i de çok sevdim. sadece güzel dondurmaları ve daracık sokakları yüzünden değil, kuzenimle orada buluşma fırsatı bulduğumuz için de değil, hissettirdikleri için. dubrovnik demek, erkenden kalkıp bir şehri tek başınıza gezmek demektir, limanda bir sürü yavru kedi görmek demektir, bir yandan canlı müzik duyulurken duvara çarpan dalga sesleri karşısında oturmak demektir. komik biliyorum; ama dubrovnik demek, yolda yürürken yerde patates görmek demektir.

dubrovnik'ten yine otobüs'le karadağ'a kotor'a geçtik. bindiğimiz otobüs gerçekten evlere şenlikti. sıcaktan soyunup denize atlayasım gelmişti otobüs mini feribotun üzerindeyken. kotor ise peri masalı gibi. uzaktan bakıldığında kocaman bir dağ, içerisine yerleştirilmiş küçücük bir şehir. capcanlı bir şehir. kaldığımız çatı katına, bir avludan geçiliyordu mesela. ertesi gün ağdacıdan bozma bir ofisten araba kiralayıp budva ve sveti stefan'a gittik. bu tür deniz kenarına kurulmuş kale şehirleri görünce kendinizi orta çağ döneminde hissediyorsunuz. (tabi mayolu turistleri olaydan dışlarsak) hem benim herhalde sveti stefan gibi bir adam olsa, kimseyi sokmazdım içeri. dönüş yolunda yine aynı otobüslerle saraybosna'ya uzanan yol. başka da yok sanırım. eve dönüşümü hatırlıyorum da. yıllık 38,5 derece ateşlenmeler ve havaş'ta ben çok kötü hastayım diye bana bir sürü çikolata veren nazik kadın. ne güzel insanlarımız var bazen. talihsiz penguenden bahsetmiştim değil mi?

:of montreal - gallery piece:

2 yorum:

  1. Arnavutluk'u da gezseymişsin keşke? Enver Hoca sığınaklarını tek tek gezmek istiyorum ben mesela :)

    YanıtlaSil